ANA SAYFADHBTDHBT YAZIFıkıhİLMİHAL ÖZET

EHLİ SÜNNETTE RIZIK ANLAYIŞI 3

Rızkın sadece yenilen-içilen/faydalanılan şeyler olarak tanımlanmasına karşı çıkan kelamcılardan biri de Fahreddin er-Râzî’dir. Râzî, Allah’ın “Sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin” âyetiyle, rızıklandırdığı şeylerden infak etmemizi emrettiğini, rızık yenilen şeyler olarak tarif edildiği takdirde yediğimiz şeylerin infakının bizden istenmiş olacağını, böyle bir infakın ise mümkün olmadığını ileri sürerek bu tanımın yanlış olduğunu söyler. 17 Ona göre elde bulundurulan şeyler de rızık kapsamına alınmalıdır.

İbn Teymiye de rızkı, sahip olduğumuz şeyler ve faydalandığımız şeyler olarak ikiye ayırır, ancak o, faydalanmayı yiyerek faydalanma şeklinde açıklığa kavuşturur. 18 Bu tanımlama biçimi Şiî müfessirlerden Tabatabâî tarafından da kabul görmüştür. Tabatabâî rızkın, gıdalanılan şeyler veya insana verilen maddimanevi şeyler ya da faydalanılan şeyler gibi muhtelif kapsamlı olarak kullanıldığı ve bu kullanımların hepsinin de doğru olduğu kanaatini taşımaktadır.

Demek ki rızkın faydalanılan şeyler olarak tanımı esas alınabilir ve yeme-içme daha genel bir ifade olan faydalanma kelimesiyle açıklanabilir. Faydalanılmasa bile faydalanmak üzere elde bulundurulan şeyler de rızk kapsamına sokulabilir. Bu tür bir yaklaşım, rızkın hem dildeki yaygın kullanılışına, hem de dinî metinlerde kullanılışına uygun düşmektedir.

  1. b) Meşruiyet Sorunu

Rızkın yukarda zikredilen tanımlarında dikkatimizi çeken diğer bir problem de haram bir şeyin rızık olup olmayacağı tartışmasıdır. Bizzat haram olan (haram li’aynihi), yani Şari’ tarafından haram olduğu bildirilen veya bizzat helal olduğu halde haram bir yolla elde edilmiş olan (haram li gayrihi) bir şeyin insana rızık olup olmayacağı konusu da kelamcılar tarafından geniş bir şekilde tartışılmıştır. Ehl-i Sünnet bilginleri helâl olan bir şeyi rızık olarak kabul ettikleri gibi, haram olan bir şeyi de rızık olarak kabul ederler. Çünkü insan/canlılar, helâl olan bir şeyle beslendiği gibi, haram olan bir şeyle de beslenebilir. Rızkın helâl (meşru) veya haram (gayr-ı meşru) olması ahlâkî-hukukî bir sorundur. Hâlbuki bir şeyin rızık olup olmaması, canlının ondan yararlanması ya da dar anlamda onunla beslenmesiyle ilgilidir. İlk dönemlerden itibaren yapılan bu tanımlama daha sonraki Ehl-i sünnet kelamcıları tarafından da benimsenmiştir. Ehl-i Sünnet kelâmcıları Mu’tezile bilginlerinin, rızkı malikin mülkünden faydalandığı ya da kendisinden faydalanmaya herhangi bir mani bulunmayan şey olarak tarif ettiklerini söylemektedir. 19 Bu tanımlardan birincisinde mülkiyet şartı konulması haram ligayrihiyi rızkın kapsamı dışında tutmak içindir. İkincisi ise daha geniş kapsamlı olup haram li’aynihiyi de tanımın içine almaktadır. Mutezile haramı kötü saydığı için, “Allah haramla kullarını rızıklandırdı” demeyi uygun görmemektedir, ancak bu durumda haram bir şeyle rızıklananların rızkı kime nispet edilecektir? Işte Ehl-i Sünnet bu konuda Mu’- tezile’yi tenkit ederek; “Eğer haram rızık değilse, haram yiyenler rızıklanmıyor mu? Şayet rızıklanıyorsa onları Allah’tan başka biri mi rızıklandırıyor?” gibi sorular yöneltmişlerdir. 20 Ayrıca Ehl-i sünnet kaynaklarında Mu- tezilîlerin, “Kul fiilini kendi yapar” yaklaşımlarından hareketle haram yiyenin de kendi kendini rızıklandıracağı görüşünde oldukları ileri sürülür. 21 Ehl-i Sünnet kelâmcıları, bir şeyin canlıya rızık olabilmesi için onun, kişinin mülkü olması gerekmediği görüşünü savunmuş ve Mu’tezile’nin, rızkı mülk olarak tarif etmelerini tenkit etmişlerdir. Mutezilenin bu görüşünün yanlışlığını ispat etmek için, “Şayet rızıkta mülkiyet şart ise, her şey Allah’ın mülküdür; o halde her şey Allah’ın rızkıdır” demek mümkün müdür? Yine, çocukların emdiği sütlerle, hayvanların yediği otlar mülkleri olmadığına göre onların rızıkları değil midir?” gibi sorular yöneltmişlerdir. 22 Ancak Mutezileye nispet edilen bu rızık tanımlaması bütün Mutezililerin ortak görüşünü yansıtmamaktadır. Çünkü Mutezilîler bu konuda ittifak içerisinde değildirler. Meselâ Ebu Hâşim el-Cûbbâî’nin (ö.321/933) görüşlerini tercih ederek izahlarını o doğrultuda yapan Kâdî Abdülcebbâr ve bağlı bulunduğu ekol, Mu’tezileye nispet edilen bu rızık anlayışına muhalefet ederek rızka mülkiyet şartını koymamıştır. Kâdî Abdülcebbâr rızkı, faydalanılan şeyler olarak tarif etmiş ve rızkın gerçekleşebilmesi için faydalanmayı engelleyecek bir şeyin olmamasını şart koşmuştur. O, faydalanma olmadığı takdirde bir şeyin insanın mülkü olsa da rızkı olmayacağını ileri sürmüştür. 23 Mutezilîler rızkın tarifine yararlanmaya bir engel bulunmaması şartını koymuşlardır. Onların bu şartı, ister liaynihi olsun isterse ligayrihi olsun, haramı rızkın kapsamı dışında tutmak için ileri sürdükleri görülmektedir. Bunu ise üç temel esasa dayandırırlar: 1- Haramla rızıklandırma onların salah-aslah anlayışlarına ters düşmektedir. Çünkü onlar, Allah’ın kulları için aslah/en iyi olanı yapmasının vacip olduğu inancını taşırlar. Buna göre Allah kullarını helâl olan şeylerle rızıklandırmalıdır. 2-Onlar Allah’ı tenzih maksadıyla kabih (kötü) olanı Allah’a isnat etmeyi uygun görmezler. Haram da kabih olduğundan onu Allah’a nispet ederek kullarını haramla rızıklandırdı demeyi inanç bakımından doğru bulmazlar. 3-Mutezile’ye göre, hüsün ve kubuh aklî olup, teklif de aklî olan hüsün ve kubha göre yapıldığından onlar haramı rızık saymamaktadırlar. Çünkü onlara göre haram olan şey bizzat kötüdür. Allah da o sebeple onu yasaklamıştır. O, yasakladığı bir şeyi kullarına rızık yapmaz. 24 Ne var ki Mutezilenin bu üç temel anlayışı da Ehl-i sünnet tarafından tenkit edilmiştir. Buna göre Mu’tezile Allah’ı herhangi bir fiille zorunlu tutmuş olmaktadır ki, Ehl-i sünnet kelamcıları Allah’ın mutlak iradesine zorunluluk nispet edilemeyeceğini savunurlar. Ayrıca kabihliğin, rızkın yaratılıp kullara ulaştırılmasında mı yoksa insan iradesinin kötüye kullanılmasında mı olduğunun ayırt edilememesini de bir başka eksiklik olarak görürler. Allah’ın rızkı yaratması ve kullarına ulaştırmasında kabihlik yoktur. Allah, haramı rızık olarak tercih etmeleri konusunda kullarını zorlamaz. Hatta onların rızıklarını helal olan şeyden ve helâl yoldan talep etmelerini ister. Fakat kul haramı tercih ediyorsa Allah da ona istediğini verir. Eğer kulun istediğini Allah vermezse o zaman insanın dünyada imtihan için bulunmasının manası kalmaz. Çünkü bu durumda, kul için zorunluluk söz konusu olur ve dolayısıyla onun sorumluluğu üzerinden kalkmış olur. Halbuki Allah insanı, yarattığı şeylerle değil, teklifleriyle, yani emir ve yasaklarıyla imtihan etmektedir. Meselâ, Allah sarhoşluk veren bir içeceği yaratmakla değil, onu içmeyi yasaklamakla insanı imtihan eder. Tercih eden insan olduğu için hüsün ve kubuhla, yani iyilik ve kötülükle onun fiilleri sıfatlanır. İnsanın itab ve ceza görmesi de fiilinin kabih olmasındandır. Yoksa Allah’ın yaratması daima iyidir. Bazı şeylerde zararın ve dolayısıyla kötülüğün olması da bazı hikmetlere binaendir.